Rüya`nın yüceliği
Yıldız Ramazanoğlu
[email protected]
28.05.2010
Çağdaş edebiyat seküler bir hat üzerinde ilerliyor. İnsan yaşamında varlığı bütün gücüyle görülmeye devam etse de dine dair her türlü imgenin, işaretin, yaşam parçasının hatta en küçük bir imanın bile bağımsızlık ve özgür bir ruh adına sanattan titizlikle ayıklanması gerektiğine dair bir yaklaşım hâkim.
Hatta inançlı bir insanın edebiyatın gerektirdiği gerilimlerin alanına girmekten, çelişkileri yakalamaktan uzak bir rahatlık içinde olduğu düşünülüyor tuhaf bir şekilde. Dindar insan bütün soruların cevaplandığı bir yerde duruyormuş, düşünce konforu içindeymiş de oradan, yani kutsalın içinden yazmak mümkün değilmiş gibi bir kanı var.
Her türlü değişimin ilerleme olarak görüldüğü bir doğru üzerinde hareket etmekte edebiyat, büyük şair Thomas Stearn Eliot’a göre. Bir nesle yadırgatıcı gelenin bir sonraki nesil tarafından kolayca kabul edilmesi, kuşakların gösterdiği bu uyum, insanın mükemmelliğinin bir göstergesi değildir her zaman. Hatta Eliot’a göre tersine aslında insanların ahlaki yargılarının ne kadar zayıf dayanaklara sahip olduğunun bir nişanesidir bu durum daha çok.
Ümit Aktaş’ın Okuma Serüveni ve Adem adlı eserlerinden sonra severek okuduğum Rüya adlı romanı tam da din ile edebiyat arasındaki ilişkiye yoğunlaştığım zamanda geldi. Çağdaş romancıların yaratıcıyla çatışmadan, kavga etmeden üretmenin imkânlarından oldukça yoksun göründükleri bir zamanda ya da O hiç yokmuş gibi davranıp, boşaldığı düşünülen alanları insanla doldurmayı denedikleri bir ortamda. Hem de sırtını kutsala yaslamanın temel çatışmayı -nefisle olan mücadeleyi mesela- sonlandırmak şöyle dursun, daha da derinleştirdiğini gözler önüne seren, kutsalın içinden yol alarak en amansız ve kökten gerilimlerin romanının yazılabileceğinin kanıtı olan bir üslupla.
Kitap boyunca doğru bildiklerinle uyumlu ve ahenk içinde bir yaşamın kurulabilmesinin zorluklarını; iyi, doğru ve güzele dair bildirileni doğruya en yakın genişlikte anlama çabasının çilesini, ilkelerin adamı olma inatçılığının bedelini hissetmek mümkün. Bu eksende insanı sınırlarıyla karşılaşmaya götüren iç muhasebe ve toplumsal çatışmalar sıkı anlatılmış.
Rüya’yı okurken Elias Canetti’nin Körleşme’sini de tekrar gözden geçiriyordum. Böyle esrarengiz tevafuklar sıklıkla olur. Burada çok okuyan, eşsiz bir kütüphanesi olan nadide bir entelektüelin okudukça insandan kopması, kadınlardan ve her türlü insani ilişkiden nefret duymaya başlaması anlatılır. Canetti’nin giderek hastalanan, körleşen, çürüyen insanına karşılık Rüya’nın kahramanı aşka dair büyük bir hüsranın ardından bir kez daha kanatlanıp âşık olabilen, insana dair umudunu kaybetmeyen biri. “Biliyordu ki hep bir dostluk delisi, hep bir aşk müptelası olarak sürdürecekti hayatını, buna ilişkin tüm girişimleri her defasında düş kırıklıkları ile sonuçlansa bile”. Bunu da inanç birikiminin içinden emekle çıkarmakta yazar. Bu birikimin ne olduğunu anlamak için çok geniş bir çember çizilmesi gerektiğini, insanlığın ortak tecrübesinin patikaları arasında dolaşmadan kolayca hakikatle buluşamayacağımızı göstermekte. Çok daha kalın olabilecekken yoğun bir öze dönüşen kitapta yiğitliğin ne’liği ve yoluna dair eskizler ve fragmanlar var. Dedenin ve babanın farklı uçlardaki tecrübeleri arasında pişen, adını bilemediğimiz erkek kahraman, taşra ve İstanbul arasında kendi yolunu bulmaya çalışır. Felsefe öğretmenliği yaparken tanıştığı ressam ve öğretmen Rüya’nın hayatından geçerken karşılıklı yansımalarla kendini sınar bir kez daha. İnançlı bir genç olarak umudu diri tutmak, yüce olanın peşinde gitmek, nefsanî özgürlüğünden vazgeçme özgürlüğünü sonuna kadar zorlamak, temel çatışma eksenidir. Erkeklik ve kadınlık meselesi, aşk ve iktidar, güç ve irade, şiir ve felsefe, varoluş ve özgürlük, dostluk ve sadakat, insan olma yoluna çıkmanın bütün ışıltılı acıları, yoğun cümlelerden taşmış kitap boyunca.
Altı çizilecek, durup düşünülecek sayısız cümle var: “İnsanın özgürlüğünden, vazgeçişler, mesafe koymalar, uzlet ve feragat olarak sözedilmesi, bir varolma tarzı bulabilmek için ölüm kalım kavgasına girişilmesi, varlığımızdan bizi emin kılanın ne düşünmek ne de başkaldırmak değil, bizi anlayan ve doğrulayan duygudaş bir gönlün olması, parmakları tutunduğu cılız kökten koparak uzaklara savrulduğunda, kendini çam ağaçlarının arasında kubbesi gün ışığı altında parıldayan bir caminin karşısında bulması.” Roman kahramanının yücelere doğru atılışları bana bazen Tonio Kröger’i bazen de Sidarta’yı hatırlattı. Bazen de Yalnızız’ın Samim’ini.
Tekrar Eliot’a dönersek çağdaş edebiyatın dünyevileşme denilen şeyle çürümüş olduğunu, tabiatüstü hayatın anlamının, tabii hayata üstünlüğünün farkında olmayan, bunu anlayamayan edebiyatın fakir kaldığını söylemesi ilgi çekici. Çağdaş edebiyat insanın en temel ve en önemli inançlarını reddederek veya ondan bütünüyle habersiz olarak okurlarına dünyevi bir ahlak vermekte, hazdan yana bir şey kaçırmamayı salık verip, okuru başkaları için yapılacak fedakârlıkların beyhudeliği fikrine sürüklemekte şaire göre.
Rüya’nın kahramanının kıymeti tam burada. İnsan ruhunun bilgiden daha büyük ihtiyaçlarına cevap aramayı sürdürüyor bu alacakaranlık dünyada. Eliot’un dediği gibi biz ancak az sayıda insanın adanmış hayatlarının, çoğunluğu temsilen sürekli feda edilmesi sayesinde insan kalıyoruz.
http://www.ozgundurus.com/Yazar/Yildiz-Ramazanoglu/Ruyanin-yuceligi.php